Hafızanın, direnişin ve sevginin dili

-
Aa
+
a
a
a

Fotoğrafçı, belgesel yönetmeni, eğitmen Najla Osseiran, Aylin Vartanyan Dilaver'in konuğu.

""
Hafızanın, Direnişin ve Sevginin Dili: Najla Osseiran
 

Hafızanın, Direnişin ve Sevginin Dili: Najla Osseiran

podcast servisi: iTunes / RSS

A. V.: Merhabalar, Açık Radyo “Hikayenin Her Hali” programından herkese gönülden selamlar. Ben Aylin. Bugün sevgili dostum, eğitmen, fotoğrafçı ve belgesel film yapımcısı Najla Osseiran’ı ağırlıyoruz programda. Hoş geldin, Najla.

N. O.: Hoş bulduk.

A. V.: Najla’yla çok uzun zamandır arkadaşız ve ikimiz de çok heyecanlıyız. Kayıtlı bir program olmasına rağmen birbirimize bakıp bakıp hem gülüyoruz hem kalbimiz çarpıyor; birlikte ilk kez böyle bir yayın yapıyoruz. Dostluğumuz, Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Hazırlık Birimi’ndeki eğitmenlik yıllarımıza kadar uzanıyor. Ben senden çok şey öğrendim, bunun için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Dil eğitimine eleştirel bakış açısı ve yaratıcı yöntemler nasıl entegre edilir, hep senden öğrendim. Bitmeyen sabrın, enerjin ve bıkmadan doğruyu arama-söyleme cesaretinle yalnızca bana değil, tüm meslektaşlarına ışık tuttun. Bu Zoom kaydını yaparken karşımda senin çektiğin siyah-beyaz fotoğraflardan biri duruyor. Bir ara makro siyah-beyaz fotoğraflara merak salmıştın; o zamandan kalma bu karede tahta bir kapının güzel bir kapı tokmağı var. Senin kadrajına giren her şeyin yalnızca bir belge değil, aynı zamanda bir sevgi çağrısı olduğunu hatırlatıyor. Belgesel fotoğrafçılığın –ya da belki merakın demeli– artık bir adalet çağrısına dönüşüyor: Sulukule yıkılırken oradaydın; zeytin ağaçları kesilirken ses verdin; Taksim ve Tarlabaşı dönüşürken “Dönüşüm kimin için?” diye sordun. Hayvan haklarından göçe, heba edilen zeytinliklerden Onur Yürüyüşleri’ne tanıklık eden çalışmaların, pek çok ödül alan kısa filmlerin oldu. Yıllar içinde yerinden edilen varlıklara, mekânlara, duygulara kulak veren özgün bir belgesel dili kurdun. Bugün hem üretim sürecini hem de biz dinleyicilerin gözünden kaçanları; kameranı duyarlı bir hafıza taşıyıcısına nasıl dönüştürdüğünü konuşacağız. Tekrar hoş geldin, hazırsan başlayabiliriz.

N. O.: Hoş bulduk, çok sağ ol. Bunları senden duymak beni gerçekten duygulandırıyor. Konuşurken bir şeyi daha hatırladım: Yıllar önce bana “Değiştirmek İçin Video: Gör, Filme Çek, Değiştir” adlı, 2007’de Versus Kitap Yayınları’ndan çıkan kitabı hediye etmiştin. Video çekme konusunda beni ilk cesaretlendiren oydu; bu hatıra bana müthiş bir sevinç verdi.

A. V.: Ne güzel denk gelmiş! Ben de kitabı sana verdiğimi unutmuştum; bende de bir kopyası varmış. Zaten bunu yapmaya hazırdın diye düşünüyorum. Fotoğrafçılığın yanı sıra ODTÜ’de psikoloji okudun; ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve Getronagan Lisesi’ndeki uzun öğretmenlik deneyimlerin var. Lübnan iç savaşı sırasında geçen genç kızlık yılların da cabası… Psikoloji, öğretmenlik, savaş deneyimi ve fotoğrafla kurduğun ilişki bu toplamda senin fotoğrafçılığına nasıl yansıdı desem; ilk sorumuz bu olsun.

N. O.: Evet… Kolay bir soru değil ama yanıtlamaya çalışayım. Fotoğrafa amatörce ilk üniversite yıllarımda başladım. Önce beni karanlık oda büyüledi. Şimdiki gençler bilir mi bilmiyorum ama eskiden fotoğrafı filme çeker, sonra karanlık odada yıkar, negatifi çıkarır, ışığa duyarlı kâğıda yansıtır, kimyasallarla görüntüyü ortaya çıkarırdık. Önce hiçbir şey görünmez; kâğıt beyaz kalır, sonra yavaş yavaş görüntü belirir ve negatifin pozitife dönüşmesini izlersin… Yoktan varoluş gibi, gerçekten büyü. Uzun süre hobi olarak devam ettim. Elbette okuduğum psikoloji, geçmişim ve iç savaş deneyimim bakışımı etkiledi. Algı ve bellek zaten ilgi alanımdı. Savaşın şu etkisi oldu: Bir anda çok şey yok olabiliyor ve bu insanda müthiş bir panik yaratıyor; bellek buna yetişemiyor. Bir günde koskoca bir mahalle yok olabiliyor ya da dün sohbet ettiğin komşularının ertesi gün cenazesine gidebiliyorsun. Savaş, hayatın hızlandırılmış, mantıksız, acımasız bir versiyonu. O yüzden fotoğraf çok önemli; kişisel tarih açısından da. Mesela Beyrut’tan Türkiye’ye gelirken annem bavullardan birine hep fotoğraflar koymuştu-en değerli eşyalarımız onlardı.

A. V.: Bu hikâyeyi senden daha önce de duymuştum ve çok etkilenmiştim. Bir acil durumda neleri kurtarırız? Aile fotoğrafları-hafızanın en güçlü taşıyıcıları… Bugün baskı fotoğraf albümü olan hane sayısı az; annenin o kararı bu yüzden çok anlaşılır. Gündelik hayat akışı kesildiğinde fotoğraf o boşlukları doldurup akışı yeniden kurabiliyor. Beyrut demişken: Senin de çok sevdiğin, daha önce Açık Radyo’da üzerine program yaptığın Fairuz’dan bir şarkı dinlesek ne dersin? Şarkının sözleri tam da bu kesintiyi anlatıyor.

N. O.: Kesinlikle. Fairuz yalnız benim değil, dünyanın yarısının sevdiği, müthiş yetenekli bir sanatçı. Seçtiğim şarkı “Sokakları Kapattılar”-iç savaşın ilk yıllarında söylediği çok güçlü bir eser. “Sokakları kapattılar… Nerede arkadaşlarım, komşularım? Ya Hawa Beirut…” diyor; Beyrut’un havasını, o eski günleri özlüyor. Kesintiyi en iyi anlatan şarkılardan biri olduğu için seçtim.

A. V.: Arapça başlığını da söyler misin?

N. O.: “Ya Hawa Beirut”-“Beyrut’un Havası”.

A. V.: Evet, güzel şarkının ardından tekrar beraberiz. Çok teşekkürler; bununla başlamak iyi geldi, Najla.

N. O.: Biraz duygusal bir şarkı; sözlerinin hepsini çeviremedim ama umarım o ruh hâli dinleyicilere geçti.

A. V.: Geçen gün bir arkadaşım “Arapçasından hiçbir şey anlamıyorum ama her şeyi anlıyorum” demişti Fairuz’u dinlerken. Gerçekten öyle. 
Nasıl devam edelim? 2019’da verdiğin bir röportajda hak temelli, tanıklık odaklı fotoğrafçılık serüveninin başlangıcından söz etmiş ve kırılma noktası olarak Nispetiye Caddesi’nde tartıcı bir çocukla karşılaşmanı anlatmıştın. O hikâyeyi senden dinleyelim mi?

N. O.: Tabii. Fotoğrafa amatörce başlamıştım; makinemi hep çantamda taşırdım. İstanbul’un en lüks semtlerinden birinde, şık bir restoranın önünde kaldırımda uyuyan tartıcı bir çocuk gördüm. Tartıyı yastık yapmış, parmağını emiyordu. O anda derin bir hüzün, şiddetli bir öfke, isyan ve çaresizlik hissettim; kafam allak bullak oldu. İnsanlar önünden geçip gidiyordu, sanki o çocuk yokmuş gibi. “Ne yapabilirim?” diye düşündüm. Fotoğrafını çekerek sorunu görünür kılabileceğimi fark ettim; bu benim için dönüm noktası oldu. O günden sonra rahatsız olduğum haksızlıkları fotoğraflamaya, zamanla da videoya yönelmeye karar verdim. Çaresizliğin öğretilmiş bir duygu olduğunu düşünüyorum; aslında pek çok çaremiz var. Eğitim burada çok önemli: İnsanlara sandıkları kadar çaresiz olmadıklarını göstermek… Ben de başkalarının görmek istemediği olayları görünür kılmak istiyorum. Bir konuda uykum kaçıyorsa başkalarının da kaçsın; yoksa kötülük artar ve dünya sevgisiz bir yer olur.

A. V.: Kesinlikle. Çaresizlik meselesi çok önemli. Fotoğraf, tarih boyunca tartışmalı olsa da güçlü bir yanıt biçimi. Sen de kameranı hep tepki vermek ve görünür kılmak için kullandın. Hatta Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ile çocuk işçiliği üzerine bir çalışma da yaptın diye hatırlıyorum; doğru mu?

N. O.: Çocuk işçiliği üzerine bir projem oldu ama doğrudan ILO’yla değil. Görünür kılma meselesi önemli; beynimizin işlevlerinin yaklaşık yüzde ellisi görmeyle ilgili. Bu yüzden görüntü, mesajı hem en kısa hem de en etkili biçimde iletebiliyor. İster çalışan çocuklar, ister kentsel dönüşüm, ister çevre… Vermek istediğim mesajın az ve öz olması açısından görüntü kritik. Elbette ses de önemli, ama görüntü çok kısa sürede karşı tarafa geçiyor.

A. V.: Senin oluşturduğun görsel dilin de çok önemli. Şok edici görüntülerle dolu bir çağda, izleyeni donup kalmadan bakmaya davet eden bir anlatım ürettin; bunu özellikle vurgulamak istedim.

N. O.: Sağ ol.

A. V.: Sanırım sırada bir şarkımız var; bu konuyla da ilişkili, değil mi?

N. O.: Evet. Rare Bird’ten “Sympathy”. 1969 tarihli, benim çok sevdiğim bir parça-öğrencilerime de dinletirim, onlar da sever. İngilizcedeki sympathy kelimesinin ilk anlamı, başkasının mutsuzluğuna üzülmek, onun hâlinden anlamaktır; şarkı da tam bunu anlatıyor. Dünyanın yarısı yoksulluk ve açlık içindeyken diğer yarısı kapılarını kapatıp görmezden geliyor. Fotoğraf-ve sanatın tüm dalları-insanları görmeye, duymaya, hissetmeye davet ediyor. “En büyük eksiğimiz sevgi” diyor şarkı. Umarım dinleyenler için de anlamlı olur.

A. V.: Harika; o hâlde hep birlikte dinleyelim. Evet, ikinci şarkı hepimize iyi gelir umarım. Şarkıyı seçtiğin için teşekkürler, Najla’cığım. Buradan Sulukule günlerine geçelim istedim. Dinleyicilerimiz süreci kaçırmış olabilir; Sulukule’de neler yaşandığını kısaca anlatır mısın? Sulukule, neredeyse 1 000 yıllık bir Roman mahallesiyken “kentsel dönüşüm” adı altında yıkıma uğradı. Sen bu süreci büyük duyarlılık ve direngenlikle belgeledin-haftalarca, aylarca, hatta yıllarca neredeyse her hafta oraya gittin. Bu deneyim seni nasıl dönüştürdü? 

Ayrıca “Canım Sulukule” adlı kısa filmini hatırlatalım; Boğaziçi Üniversitesi’nde göstermiştik, öğrencilerim üzerinde çok etkisi olmuştu.

N. O.: Evet, o gösterimi ve rahmetli Gülsüm ablayı da hatırlıyorum; dernekten ve platformdan katılımcılarla güzel bir panel yapmıştık. 

Yıkım 2006’da başladı. Sulukule 500 değil, yaklaşık 1 000 yıllık bir yerleşim-Roman kültürünün ilk adreslerinden. Böyle bir kültürün yok oluşunu görmek beni mahvetti; “Siz yıkıyorsanız ben de belgelerim” dedim. 
Mahallenin güvenini kazanmak kolay olmadı; fotoğrafları bastırıp ailelere geri götürdüm, dertlerini platforma ilettim. Zamanla “mahallenin fotoğrafçısı” oldum: askerdeki oğluna, cezaevindeki eşine fotoğraf göndermek isteyenler beni çağırıyordu. Evler yıkıldıkça, aileler taşındıkça elimde fotoğraflarla kalıyor, komşulara “Nasıl ulaştırırım?” diye soruyordum-savaş hâlini andıran bir durumdu. 

Yıkımı belgeleyen video da çektim ama en az onun kadar önemli olan bu fotoğrafların ailelere armağan oluşuydu. Sabriye abla hâlâ çantasında taşıyor mesela; belgenin değeri orada.

A. V.: Evlerinin önünde “son kez” fotoğraf çektirmek isteyen aileleri hatırlıyorum… O kareyi bir ömür taşımak zor. Gönlüne sağlık, Najla’cığım. Bu süreçte hiç beklemediğin bir iş daha yaptın: Bir rap klibi çektin!

N. O.: Evet! Platformdan Funda Oral çocuklarla sanat atölyesi yapıyordu; ben de belgeliyordum. Çocuklardan bazıları rap yapıyordu: “Najla abla, bize klip çeker misin?” dediler. “Klipten anlamam” desem de “Biz öğretiriz” dediler. Kamerayı nasıl hareket ettireceğime kadar anlattılar; çok eğlenceliydi ve güzel bir klip çıktı!

A. V.: Harikaydı; çocuklar “Abla kamerayı biraz oynat!” diye yönlendiriyordu.

N. O.: Aynen; rap videolarını ezbere biliyorlardı, çok yardımcı oldular. Şimdi çoğu çok tanınır oldu-gurur verici. Funda’nın emeği, çocukların yeteneği inanılmaz. Bu kadar cevherin olduğu mahalleyi yıkmak, o kültürü ve müziği yok etmek bana çok acımasız geliyor. İyi ki belgeledim.

A. V.: Sonra aileleri yeni konutlarında da takip ettin. O süreç nasıldı, dinleyicilerimize aktaralım mı?

N. O.: Ne yazık ki dağıldılar…Evet, yoksuldular ama mahalle kültürü sayesinde kim hasta, kimin neye ihtiyacı var hemen görülür ve dayanışma kurulurdu. O dokuyu yok ettiler; insanları kentin dışına gönderdiler. Bir kısmı Edirnekapı, Ayvansaray, Fatih civarına dağıldı. Uzağa gidenler bile zamanla yine eski çevrelerine dönmeye çalıştı, çünkü en iyi orada barınabiliyorlardı. O örgüyü koparmak mahallenin kalbine bıçak saplamak gibiydi.

A. V.: Aynen… Savaşı anlatırken de söylediğin gibi: tıpkı bir yurttaki dayanışma hissi yok edildi.

N. O.: Evet; mahallelerini çok özlüyorlardı. Bir kez daha diyorum ki iyi ki o fotoğrafları çekmiş, iyi ki videoyu yapmışım-en azından elimizde onlar var.

A. V.: Maalesef, öyle… Teşekkürler Najla’cığım. Şimdi Getronagan Lisesi öğrencileriyle yürüttüğün diğer önemli projeye geçelim. Sen projeleri masa başında kurgulamıyorsun; bir durumla karşılaşıp onu toplumsal dönüşüme çeviriyorsun. Getronagan’da İngilizce öğretmeni olarak çalışırken öğrencilerinle “Gülsoma’ya Mektuplar” adlı bir çalışma yaptınız-Afganistan’da yaşayan ve aile içi şiddet gören küçük bir kızın hikâyesi üzerinden, sanatla aktivizmi buluşturan bir proje. Nasıl ortaya çıktı? Eğitime böyle çalışmalar nasıl entegre edilebilir? Bizimle paylaşır mısın?

N. O.: Aslında projenin adı “Gülsoma’ya Sevgilerle”. Başta da söylediğin gibi, Gülsoma’ya mektup yazarak başladı. Afganistan’da aile içi şiddet gören küçük Gülsoma’nın başına gelenleri anlatan bir makale okuduk; merak edenler videoyu YouTube veya Vimeo’da bulabilir. Getronagan’daki öğrencilerimle makaleyi tartıştık, çok etkilendiler. “Kıza mektup yazın” dedim-basit bir ödevdi, büyük bir kampanyaya dönüşeceğini hiç düşünmemiştim. 

Mektupları gerçekten gönderebileceğimizi fark edince Gülsoma’ya ve kaldığı yetimhanedeki diğer çocuklara birkaç kez yardım kampanyası düzenledik. Öğrencilerimin ısrarıyla Boğaziçi’ndeki öğrencileri de dâhil ettim; kim varsa projeye katıldı. Çocuklardaki değişimi görmek bin eğitim programına bedeldi. Bir mektupla bile birine ulaşılabileceğini kavradık; bu benim de ufkumu açtı. Proje haber olunca “Belgeselini çekmeliyim, öğretmenlere ilham olsun” dedim. Çünkü barış ve sevgi, başkasının acısına duyarlı olmakla başlıyor. Çocuklar “bahtsız bir kız” deyip geçmediler; “Ben ne yapabilirim?” diye sordular. Bir mektup, bir fotoğraf, küçük bir jest bile çok şey değiştirebilir. Sonunda belgeseli de çektim ve bu bana yeni yollar açtı.

A. V.: Baştan beri çaresizlikten söz ediyoruz. Öğrencilerine etik bir bağ kurmanın yolunu açmışsın: “Senin acına tanıklık ediyorum” diyebilmek, yardım kavramının ötesine geçmek… Ne kadar değerli-iyi ki yapmışsın.

N. O.: Sen çok güzel özetledin.

A. V.: Sen de çok güzel yaptın, Najla’cığım. “Yapmak” ve “şekil vermek” işin en büyük parçası. Ekolojik mücadeleye katkı veren belgesellerinden de söz edelim mi? Zeytinlikler ve hayvan hakları üzerine filmlerin var-kısaca anlatır mısın?

N. O.: Beni ne rahatsız ediyorsa elimden geldiğince görünür kılmaya çalışıyorum. Çanakkale’de termik santrale, jeotermal projelere ve altın madenine karşı direnişler başlayınca yine sordum: “Ne yapabilirim?” Cevabım, bu mücadeleleri belgelemek oldu. 

Hayvan hakları da benzer. Ege’deki deve güreşlerini merak edip gittim-gitmez olaydım! Hayvanların hâli yüreğimi dağladı. Bir devenin gözlerine bakıp söz verdim: “Senin için bir şey yapacağım.” O belgeseli bu sözle çektim. Ne değiştirebildim bilmiyorum, ama en azından verdiğim sözü tuttum.

A. V.: Bir de Agop Usta’yla yaptığın belgesel var…

N. O.: Evet, gerçekten müthiş. Agop Usta-felçli kedi ve köpeklere yürüteç tasarlayan bir kuyumcu. Haberini okumuştum.

A. V.: Evet, benim de çocukluğumdan tanıdığım bir abi.

N. O.: Öyle mi? Ne güzel! Bence heykeli dikilecek biri. Böyle insanlara rastlamak bana büyük sevinç veriyor. “Bana ne?” demek yerine “Ne yapabilirim?” diye soruyor; kuyumculuktaki becerisini kullanıp pek çok hayvanın hayatını güzelleştiriyor. “Mutluluk kârım var” diyor-harika! Ben de onu görünür kılınca mutlu oluyorum. Sanki karanlığa karşı elimizdeki ışık demeti gibi; gözünü-kulağını kapatırsan hiçbir şey değişmez.

A. V.: Haklısın; olumsuz örneklerle dolu bir dünyada bu tür ilham verici hikâyeleri görmek çok önemli. O filmi çekeli kaç yıl oldu? Geçenlerde yine bir festivaldeydi, değil mi?

N. O.: Evet; Ankara ve İstanbul’daki Hayvan Hakları festivallerinde gösterildi-4 Ekim haftasında. Filmlerimin hepsini YouTube ve Vimeo’ya yüklüyorum. “Baron Agop”u izleyen Dokumentarist ekibi filmi tekrar programladı, Agop Usta’yı da davet edip konuşturdu. Mimar Sinan Üniversitesi Endüstri Tasarımı öğrencileri de projeyi geliştirmek istedi; ne aşamadalar bilmiyorum. İşte sözünü ettiğim o ‘topak’: Ben görünür kılıyorum, biri “Ben de yaparım” diyor. Aynısı “Gülsoma” için, develer için, çevre ya da mülteciler için de geçerli.

Mülteciler konusunda Midilli’de çektiğim “Hep Birlikte” adlı film var. Çekerken hem kamerayı titretmemeye hem de gözyaşımı gizlemeye çalıştım; en zorlandığım çekimdi. Ama yardım eden gönüllüleri görmek bana umut verdi.

A. V.: “Bu kadar” diyorsun ama yaptığın iş çok büyük.

N. O.: Umarım bir faydası olur.

A. V.: Oluyor elbette. Dinleyicilerimize tekrar hatırlatalım: YouTube ve Vimeo’da “Najla Osseiran” adıyla tüm belgesellerine ulaşabilirsiniz. Ayrıca foto-essay’lerle de Gülsüm Abla’nın hikâyesini…

N. O.: Evet, foto-essay…

A. V.: Foto-essay olarak anlatmak da kolay değil ama mutlaka tavsiye ederim.

N. O.: Kısalık konusuna da değineyim: Öğretmenlikte hep “az ve öz yazın” deriz. Lisede uzun yazınca yüksek not alınır sanılır ama amacım mesajı en kısa yoldan iletmek. Kısa tutmak zor; insan bazı cümleleri kesmeye kıyamıyor ama yapmak gerekiyor.

A. V.: Bir iyi örnek daha var: Kıbrıs’taki kadın korosunun şefiyle çektiğin film çok umut vericiydi. Hikâyesini paylaşır mısın?

N. O.: Tabii. Yaklaşık on yıl önce bir koro festivalinde tanışıp röportaj yaptım; sonra mülteci ve çevre projeleri araya girdi, arşivde kaldı. Geçenlerde dosyalarımı tararken buldum. “Ne yapıyor acaba Lena?” dedim-koro şefimizin adı buydu-ve iki yıl önce vefat ettiğini öğrendim. Anlattıkları kıymetliydi; boynumun borcu deyip kısa bir film hazırladım. Rum ve Türk kadınlardan oluşan bu koro, barış ve birlikte yaşam için güçlü bir örnek.

A. V.: Gönlüne sağlık, Najla’cığım. Yıkım, göç, yoksulluk gibi sarsıcı temalarla çalışıyorsun. Bu yoğun hikâyeler seni nasıl dönüştürdü? Kendini korumak için geliştirdiğin ilkeler var mı?

N. O.: Gerçekten zor. Alaylıyım; sinema ve fotoğraf eğitimi almadım, el yordamıyla öğrendim. Bağımsız çalışmak yorucu: Para kazanmıyorum, ruhen-bedenen yıpratıcı. Defalarca “Vazgeçsem mi?” dedim ama vazgeçemedim. O yüzden temel ilkem sebat: Ağlasan da, işler kötü gitse de vazgeçme. Küçük de olsa bir katkın olacaksa esirgeme; yoksa umutsuzluk karanlığı büyür.

A. V.: Harika özetledin. Fotoğraf ve hikâye anlatıcılığına ilgi duyan gençlere tek cümlelik tavsiyen ne olurdu?

N. O.: Önce kalbinize, sonra gözünüze güvenin; başkası ne derse desin vazgeçmeyin.

A. V.:  Şahane bir kapanış. Paylaştığın şarkılar ve tüm çalışmalar için teşekkürler, Najla’cığım. Acılara verebileceğimiz en iyi cevap “Görüyorum, duyuyorum” diyebilmek. Gözlerine, kulaklarına, kalbine sağlık.

N. O.: Ben de teşekkür ederim,; beni duyulur kıldın, bu çok kıymetli.

A. V.: Hoşça kalın sevgili dinleyiciler.

N. O.: Hoşça kalın.